Wednesday, October 26, 2011

Esnemeyen şey kırılır!

http://tylertarver.files.wordpress.com/2010/02/broken_pencil-sized.jpg

Çeşit çeşit insan vardı, bunu daha önce de yazmıştım. Ama bu yazının başı için ufak bir hatırlatmayı kendime borç saydım. Şimdi de borçları ödeme vakti!

Kimi insan çevresinde olan olaylara karşı dimdik ayakta durur, hiçbir güç onu yıkamaz, bazen duygusuzluğudur bunun sebebi bazense içindeki dayanma gücü.  Bu esnada başka insanların içinde fırtınalar kopar, depremler olur, ve onların hassas bünyeleri bu sarsıntılara dayanamaz ve oldukları yere yıkılıverirler. Ayakları sağlam bassa da, içinde birşeyler yıkılıp gider.

Şimdi ben merak ediyorum haliyle.  Ziya Paşa bir söz söylemiş ya hani " ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye. Ben de lafa değil işe bakıyorum. Her sanatçı kendinden bir parça mı katmış acaba eserlerine diye düşünmeden edemiyorum. Sonra internete bakıyorum, bunları görüyorum.

Önce buna bakıyorum
http://www.e-haberajansi.comdan
Sonra buna
http://www.gercekgundem.com/ dan
En son buna bakıp artık duruyorum.

http://www.gercekgundem.com/ dan

Kendinize benzetmeseniz yaptığınız işi olmaz mı diye soruyorum. Azrail'i bile kıskandırıyorsunuz.

Ablamlar İzmit'te oturuyor. Ablamın ( Ailemizin Heredot'udur kendisi-Ama Milli Eğitim Bakanlığı ona tarih öğretmeni diyor) öğrencileri arasında 1999 depreminde 5 yaşında göçük altından günler sonra kurtulan bir kız var. Ablam bunu öğrendiğinde soruyor, "Peki hatırlıyor musun olanları? Psikolojik yardım falan aldın mı?". Kız cevap vermeden arkadaşları cevaplıyor "Hocam bu zaten biraz kafayı sıyırmış o yüzden" diye. Kız hatırlamıyormuş pek birşey. Bu belki de onun en büyük şansı.

Dün ablamla telefonda konuşurken benim de tanıdığım bir arkadaşının bir hikayesini anlattı. 15 Ağustos 1999 da evlenmiş, Adapazarı'lıymış Oya Abla. Evlendikten sonra 2 gün İstanbul'da kalıp, daha sonra balayına gideceklermiş. Ama 16 Ağustos gecesi olan depremden sonra, balayı yerine sevdiği tanıdığı insanların cenazelerine gitmiş. Dayısının ailesinden geriye kimse kalmamış. Buraya kadarı soğuk kanlılıkla birçok insandan dinlediğimiz birçok hikayeye benzer belki de. Ama ablam "Biliyor musun Oya'nın hiç düğün fotoğrafı yokmuş" dedi. Ben de "Ama neden, depremden önce evlenmemiş mi?" diye sordum. Düğün fotoğraflarını çeken fotoğrafçının Adapazarı'ndaki dükkanı da depremle yerle bir olmuş meğer. Adam bir sene sonra bir fotoğraf yollamış Oya Abla'ya. Öyle arka fonu falan olmayan, tesadüf eseri o enkazda bulduğu bir negatiften sağlam çıkartması mucize olan sadece  bir fotoğraf. Gerçi Oya Abla için o da pek mühim değilmiş sanırım, zira kendi düğünü  ve olmayan balayı hakkında konuşmayı hiç sevmezmiş, o zamanları hatırlamak bile istemiyormuş. Tıpkı lise sonsınıfta bizim sınıfa gelen depremzede arkadaşım gibi. Zira onunda doğum günü olan 17 Ağustos, arkadaşlarını, sevdiklerini ve severek yaşadığı yeri kaybetmesine sebep olan asla hatırlamak istemediği bir gün.

24 Ekim sabahı da çalıştığım binada bulunan bir kadın bir öğretmenden bahsetti. 4 sene beklemiş tayin için. 6 ay önce ( yanlış hatırlamıyorsam) sonunda Van'a göreve gitmiş. 23 Ekim günü ise bu sefer babası kızın cenazesini almaya gitmiş Van' a.

Mühendisiz ya biz serde, okuduk bazı şeyleri. Bilmeyenler de hala okuyup öğrenebilir. Belki bu saatten sonra geri getirmez yitirilenleri ama engel olur ileride yaşanabilecek felaketlere.

Wednesday, October 19, 2011

İlk Beş Kelime

Çok anlamlı mı değil mi bilemiyorum ama gördüğüm zaman buraya koymak istedim hemen. İlk gördüğünüz 5 kelime sizi ifade ediyormuş söylenene göre. Ben yaptım gördüklerimi imajın altına yazayım ki sizi etkilemesin.  Bakalım algınız size neleri seçtiriyor?
Benim gördüklerim : Sebep, Zevk, Sms (sayılır mı bilemedim bir tane de joker koyacağım o yüzden sona), Mucize, Kahve, Üzgün

Yorumuma gelince:

SEBEP:Bir zamanlar bir arkadaşım bana, "Neden?" diye sorduğunda kaçamak cevap verdiğimi ama "Sebep?" diye sorunca gerçeği söylediğimi söylemişti. Bu yüzden zamanın ötesinden gelen bu kelimeyi kendimle özdeşleştirebilirim gerçekten.

ZEVK:Tatillerde genellikle dinlenmeyi tercih edenlerdenim. Yani duracell tavşanı gibi ordan oraya gezmek, benim için sadece yurtdışındaysam mümkün ( en azından şimdiye kadar bu böyle oldu). Ama dinlenirkende, herşey elimin altında olur, hatta bu nedenle bir seferinde kuzenim bana "bayan keyif" sıfatını layık görmüştü. Eh o zaman, hayattan zevk alanlardan kümesinde yer almadığımı inkar etmeyeceğim.

SMS: Ben bu seçimimi çok sevmedim itiraf ediyorum. Yani sürekli mesaj atan biri sayılabilirim ama  beni temsil edecek bir özellik gibi görmüyorum kısa mesajlarımı. Ya da öyledir, bunun yorumunu da arkadaşlarım onaylar belki:)

MUCİZE: Kesinlikle doğru bir seçim! Hayatta mucizelere her zaman inanmışımdır. Çoğu zaman kendim için gerçekleşmesine pek ihtimal vermem ama beklemekten de asla yorulmadım. Hatta bazıları için çok uzun süredir bekliyorum.

KAHVE: Filtre, French Press, türk kahvesi... Pişirme yöntemi ne olursa olsun, içindeki aroma çok ya da az fark etmez, kahve gerçekten vazgeçilmezim. Bir gün kendi evim olduğunda alacağım ilk şey bir kahve makinası olacak sanırım!

ÜZGÜN: Joker olarak seçtiğimde, çıka çıka böyle birşey beklemesini beklemiyordum gerçekten. Cumartesi günü Burak'ın benim için söylediği şeyler sanırım bu kelimeyi de ister istemez sineye çekmemi neden.

Monday, October 17, 2011

Artiste Bağlamak

"Snickers"cığım, benim hayatımda bir flake olamazsın ama yine de severim seni. Ellerine sağlık, reklamını da çok beğendim. Cidden açlığı yatıştıracak derecede dolu dolu bir çikolataya da böyle iki assolist yakışırdı. Reklamın en bomba sahnesi olan Muazzez Abacı'nın düşmesini tekrar tekrar izleyebilelim diye buraya da koydum. İyi seyirler..

Bir de son olarak, snickers bu divalar reklamını önceden de yapmış. Onu da izleyin bence, eksik kalmasın.

Tanrı Aretha yı korusun!

Wednesday, October 12, 2011

Bir De Baktım Yoksun


Şu sürekli NTV'de gördüğünüz bir adam var ya, sesini birçok çizgi filmden şıp diye tanıyacağınız. Siz de benim gibi bir Yekta Kopan cahilidiyseniz bence artık bu cehaletinizin sonlanması gerekli, hem de ivedi bir şekilde. Zira benim gözümde seslendirmeci veya sunucu olarak tanınan bu adamın asıl üzerinde taşıması gereken sıfat yazarlıkmış. Popüler olana olan klasik iticilik biran önce etrafını sarmadan, bu kitabı evinizin başköşesine koyun. İnternet kitap alışverişim sırasında, kargo parasını vermemek adına belirli bir meblayı doldurmaya çalışırken gözüme ilişen "Bir de baktım yoksun", uzun süre başucu okunacaklar kulemin yenilmez bir tuğlası olma görevini yerine getirdi. Sonra hangi kuvvet o tuğlayı söküp çıkarmama yaradı bilmiyorum. Ama okudukça, neden bu kadar az yazmış, çabucak bitmesin diye diye sonralara doğru azalan bir şekilde akıp gitti sayfalar elimden.

Bu kitapta da bir baba-oğul var. Hevesin kursağında kalmış bir baba-oğul ilişkisi ya da. Her öykü bu ilişkiden temelle yükselmiş. Sonuçta her oğul, kendi babasının bir suretidir denmiş. Son öykünün (iyi uykular adı) sevgili Oğuz Ataycığımın "Babama Mektup" undan bir alıntıyla başlaması, ve tıpkı o cümlede bahsedilen gerçeklik buhranına kapılmış bir dille yazılmış olması, kitabın başucumdaki yerini sabitliyor adeta.

Ben ne kadar şanslıymışım ki bu kitabın ilk basımı var elimde. Umarım birgün kendisiyle karşılaşma şansım olur ve, kitabın önüne bir de benim için birşeyler yazar.

Sock Bun!

Stumble'ın hayatımıza kattığı internet diyarının kıyısında köşesinde kalan diğer hazinelerden birine daha denk geldiğim için ne kadar mutlu oldum anlatamam. Hayır canım, atomu falan parçalamadım, zaten zamanında yapılmış çokta enteresan olmazdı herhalde benim yeniden aynı şeyi yapmam.

Ergen bir genç kızımızın videosunda bize anlattığı olan sock bun ( Türkçe'ye çorap topuzu diye çevirebiliriz ille de gerekiyorsa!) cidden ilginç bir yöntem olmuş. Detayları zaten videoda mevcut ama, bunu geliştirip bir de saç kıvırma için kullanmış ya işte o saniyede benim gönlüme taht kurdu küçük hanım. Henüz denemedim ama kafamda bigudilerle uyuduğum gecelerin sızısı yüreğimde hala duruyorken bunun hiç kuşkusuz daha güvenli bir yöntem olduğundan benim de şüphem yok. Yalnız saçların baya bir uzun olması gerek her iki yöntem içinde. Yine de deneyip göreceğim kuşkusuz!


Not: Ankara'ya deniz geliyor, ben hala neleri konuşuyorum. Arabalar yüzecek, kıvırcık saç kimin umrunda Seda!

Thursday, October 6, 2011

Tomorrow

Lise hazırlıktayken Gonca adında bir kız vardı bizim sınıfta. Çok enteresan bir kızdı, alternatif müzikler dinler, tuhaf tuhaf makyajlar falan yapardı taa o zamanlar. Taa o zamanlar dediğim, böyle gotikliğin, metalciliğin falan moda olduğu zamanlar değildi çok daha eskiydi ama bu kız cidden marjinal biriydi. Goncadan almıştım "To the Faithful Departed" ı, ürkerek. Ama haklarında Blue Jeande okuduklarımdan sonra beni daha da çok etkileyen bu İrlandalı grubu o zamanlar deli gibi dinlemeye başladım, hem walkmanimde, hem de evdeki müziksetinde. En sevdiğim şarkıları "Electric Blue" nun başındaki ninniyi ilk yiğenim Eren'i uyuturken kulağına fısıldardım. Ablam önceki albümlerini de çekmişti bir arkadaşından, böylece Bury the Hatchet a kadar ki tüm kasetlerinin sahibi olmuştum. Bury the Hatchetı da lise son sınıfta kendi harçlığımla almıştım. Tüm sınav stresi boyunca bıkıp usanmadan dinlediğim, pilim bitmesin diye kaseti kalemle ileri geri sardığım bu yıllarda en sevdiğim şarkıları Animal Instinct ve Promises oldu. Arada Zombie yi, Pathetic Sensesı da unutmamak lazım. Ama benim için Cranberries diyince akla hep ilk Cordell geldi, Doloresin ölen babası için yazdığı ağıtı. Klasik gitarın, İrlanda yöresel çalgılarının ve Doloresin sesinin verdiği enerjiyle ben lisede de, üniversitede de hep en çok onları sevdim. Bazen Stars Live ı açıyorum, Animal Instinctin konser kaydını dinliyorum. Konserlerine gitmek, 2010 Temmuzuna nasip oldu. Hayatımın bir film gibi gözlerimin önünden geçerken sabırsızlıkla bekleyeceğim bir anı oldu benim için. 


Siz hep çalın,söyleyin nolur, ben hep dinlerim.

Monday, October 3, 2011

Hiçbirşeyden çekmedi şu ayaklar modadan çektikleri kadar!

Hadi artık itiraf edelim! Şu fani ömrümüz boyunca mutlaka kıyısından köşesinden modaya uğramadan yapamıyoruz. Hele ki popüler kültür için, yok ben almayım alana da mani olmayayım dedikçe bizi daha çok içine çekiyor. Kendi neslimden örnek verecek olursam ( ki bunlar 80lerde çocuk 90larda ergen olan gençlik), lise çağlarında "amaaa çok sağlam cidden" diyerek adeta bir motorcu edasıyla Harley Davidson çizmeleri giymiş, sonra aynı hassas ayaklar için üniversite-master dönemlerinde de "çorapsız bile sıcacık tutuyor" diyerek biçimi eski uzaylı dostumuz Alf'in burnunu hatırlatan uggları ayağına geçirip sokağa fırlamıştır. Nereden mi biliyorum? Korkmayın kendimden değil. Ama çevremde bunun örneklerine heran elim çarpabilir.

Biliyordum!! Böyle düşünen bir tek ben değilim biliyordum:) Ellerine sağlık atilay85!


Benim bu uggların moda oluşuyla ilgili bir teorim var. Vakti zamanında bir Hollywood ünlüsü, evde içi yünlü patikleriyle dolaşırken ( namı değer ugg), evde yiyecek ekmeğin kalmadığını fark edip, bakkala giderken üstünü değiştirmeye üşenip tıpkı bizim seneler önce annelerimizin terlikleriyle yaptığımız gibi, o da evdeki pofuduk terlikleriyle sokağa atıyor kendini. Şimdi normal senin benim gibi biri olsa, hiç dikkat çekmez emin ol. Ama dedim ya Hollywood ünlüsü! İşte bir paparazi de fırsatı biliyor, yapıştırıyor fotoğrafı, ve hoop oldu mu sana yeni bir moda akımı!
Bunun poşeti bile var elinde gördünüz mü!
Yukardaki de mesela ekmek değil kahve almaya gitmiş
Ekmek almaya sevgilisinin motoruyla giden bir başka ünlümüz de burada.

Aynı şey şu hunterlar içinde geçerli. Arabasını yıkarken ayağında unuttuğu işçi botları da başka bir akıma öncülük ediyor. Peki Versace bile bu kadar çıldırmak zorunda mıydı? Yoo yoo, hiç sanmıyorum.
Versace in topuklu hunterları!