Thursday, May 31, 2012

Şimdiki Çocuklar Bir Harika(!)



Ben 8 yaşındayken, kendi halinde bir semt ilkokuluna yürüme mesafesinde gidip gelmiş bir öğrenci olarak, İngilizce bildiğim tek tük cümleler ile adımı söyleyebilir, evet ya da hayır diye cevap verebilirdim ancak.

Dün akşam dut ağacına tırmanmış yiğenim Arda'yı kandırıp eve çıkardıktan sonra ( ki bunu başarmak için onunla marketin meyve reyonuna uğramamız gerekmişti- ne de olsa manavın kasasından alacağınız meyveler ağaçtakilerden daha az tehlikeliydi, ya da biz öyle sanıyoruz) yemek yerken klasik günün nasıl geçti muhabbetine başladık. Birden Ayça (abimin kızı olur yaşı da henüz 3! ) "Hala şaşırsa!" dedi. Ben de şaşırma ifadesi yaptım, tabii bu şaklabanlıklarım başka sıfatlarla biribirini takip etti. Üzül, sevin, mutlu ol, kork. İnanın yazıldığı kadar kolay değil bunlar. Önce şaşırmak için nelere şaşırdığınızı düşünüyorsunuz, sonra da surata o ifadeyi yerleştirmeye uğraşıyorsunuz. Ayça bu ifadeleri Türkçe söylerken, Arda da, kolejde okumanın verdiği ve İngilizce'ye olan yoğun ilgisinden ötürü bored (sıkılmış), suprised (şaşırmış), afraid (korkmuş) demeye başlamıştı ki dizzy de ben koptum. Ve yazımın başındaki yıllara döndüm. İlkokuldayken lambadayı Komefeşura koinçura kame foşera diyerek anca söyleyebilen ben, dizzy kelimesinin baş dönmesi demek olduğunu ise ancak üniversiteden sonra öğrenmiştim. Bu şokla birlikte başı dönen insanı nasıl taklit edebileceğimi bulamadığımdan oyuna da hala otoritesini kullanarak son verdim.
http://blog.talkingphilosophy.com



Aziz Nesin bu günleri görse kitabına Arda'yı da ekler miydi diye düşündüm sonra. Eve gidince yine eski kitabımı raftan alıp birkaç hikayeyi okumak lazım. Kitap demişken, ben ilkokulda tam bir Jules Verne fanatiğiydim. Şimdiki çocukların elinde ise nedense hiç görmüyorum. Artık fantastik mi kalmıyor o öyküler, yoksa Saftirik'in Günlük'leri daha mı albenili bilmiyorum ama Eren'e de (ablamın oğlu) Arda'ya da bu yaz bir Jules Verne serisi almak fena fikir değil sanırım.




Thursday, May 3, 2012

Somewhere between Rome and Napoli

Güzel bir  23 Nisan tatili, üstüne İstanbul'da geceli gündüzlü yoğunluğunla enerji bırakmayan bir fuar, ardından sevdiklerimle 2 günlükte olsa tarihi bir kaçamak ve 1 Mayıs.

Aklıma takılan sorular var elbet. Televizyonda durup garipsediğim. Bu süreçte öğrendiğim çok şey de oldu. Ama aklımda takılanlardan en güzeli belki de İstanbul'la ilgili bir İtalya'nla yaptığım ufacık sohbetteki İstanbul benzetmesiydi. "Somewhere between Rome and Napoli" dedi. Bu okuduğum bir kitapta karşıma çıksa altını çizmeden geçmeyeceğim benzetmeyi ben de bu yazımın başlığına yazayım dedim.

Roma'nın tarihi ve Napoli'nin keşkemeşliğini bir arada bulunduran İstanbul'da Van Gogh'u gördüm. Onun kadar yetenekli olmadığım için yine kıskandım. Aynı zamanda hem ekvatorda hem kutuplarda olamazdım ama. O yüzden Rembrandt arkamdan ağladı.

 Taksim'de olmaktan yine her zamanki gibi mutlu oldum.

 Islak hamburgerimi yemeden yolculuğuma başlamadım.

 Tomtom Kaptan'ı merak ettim. Hem sokağı hem de camisi vardı Galata'da.

 Birgün evim olursa buralara uğramaya söz verdim kendime.
 Nihayet Kabataş'a ulaştım.

  Ve Van Gogh!

 Haftasonu; Kapalı Çarşı, Beyazıt Camii, Ayasofya, Sultan Ahmet, Dikilitaş ve 2 saatte bile bitiremediğimiz İstanbul Arkeoloji Müze'sinin oldu.







 7. yüzyıldan kalma bir yüzük için Öykü "Bak bu da ilk tektaş" diyerek beni benden aldı. Bana da fotoğrafı paylaşmak farz oldu haliyle.
 Αγιά Σοφιά,her yerden bir başka güzel.