Bugün sevgili Google'ın inanılmaz bir Doodle'yla daha yine yeniden mutlu oldum. Wikipedia'nın söylediğine göre programlamanın temelini atan ve bilgisayar dünyasının ilk kadını Ada Lovelace'mış. Bugün bütün yazılımcıların kullandığı döngülerin temeli de bu muhteşem hanfendiden gelmekteymiş.
Yazılımla kendi çapında uğraşmaya çalışan, her gördüğü farklı kod diline merak salan benim gibi bir insan için bu yolun ilk taşlarını koyanın bir kadın olmasını öğrenmek beni şaşırtmadı diyebilirim. Her ne kadar günümüzde yazılımla çoğunlukla erkekler uğraşsa da, içinde süslü parantezler olan bir yapının bir tarafının kadınsı olmadığını asla düşünmedim!
Ada'ya sevgiler!
Monday, December 10, 2012
Thursday, November 8, 2012
Portakal Kız
“Birbirimizin geçmişine sahip olamayız, Jan Olav. Birlikte
bir geleceğimiz olacak mı, soru bu.”
Page
94
“Benim için bu dünya her zaman
büyülü bir dünya oldu, ben daha küçükken de bu böyleydi, Oslo’nun sokaklarında
Portakal Kız’ı aramaya başlamadan çok önce. Bu duyguyu basit kelimelerle
anlatmak çok zor, bu dünyayı tabiat kanunları, evrim teorisi, atomlar, DNA
molekülleri, biyokimya ve sinir hücreleriyle ilgili tüm bu modern tantanalar
olmadan önce hayal et- evet, hatta bu yerküre daha dönmeden, daha uzayda bir
“gezegene” indirgenmeden ve daha gururlu insan vücudu; kalp, akciğer,
böbrekler, karaciğer, beyin, kan dolaşımı, kaslar, mide ve bağırsaklarla
bölünmeden.İnsanın bir insan olduğu, yani tam ve gururlu bir insan olduğu
zamanlardan bahsediyorum, daha fazla veya daha az değil. O zaman dünya sadece
kıvılcım saçan bir maceraydı.”
Dünyaya bak Georg, fazlasıyla
fizik ve kimya ineklemeden önce dünyaya bak.
Page 114
“Sakın doğanın bir mucize olmadığını iddia
etme. Sakın bana dünyanın bir masal olmadığını anlatma. Bunu kabul etmeyen,
belki masal sonuna yaklaştığında anlayacaktır ancak.Çünkü o zaman at
gözlüklerimizi çıkarmak için son bir imkanımız oluyor, o zaman vedalaştığımız
ve onu terk etmek zorunda olduğumuz bu mucizeye kendimizi feda etmek için son
bir imkan.
Burada anlatmaya çalıştığımı
anlıyor musun acaba Georg? Kimse herhangi bir zamanda Eukleides’in
geometrisinden veya elementlerin periyodik sisteminden gözyaşları içinde
ayrılmamıştır. Kimse internetten veya çarpım tablosundan ayrıldığı için
gözyaşını bastırmaz. Veda ettiğimiz, bir dünya, bir hayat, masallar ve macera.
Ve sonra ayrıca gerçekten sevdiğimiz az sayıda insanla vedalaşmak zorundayız.
Page 115
“Düşün ki, herhangi bir zaman,
milyarlarca yıl önce her şey yaratılırken, bu masalın eşiğinde dursaydın ve
senin günün birinde bu gezegendeki bir hayata doğmak isteyip istememeyi seçme
şansın olsaydı. Ne zaman yaşayacağını bilmeyecektin ve burada ne kadar
kalabileceğini bilmeyecektin, ama ne olursa olsun kısa bir süreden
bahsedilecekti. Eğer günün birinde dünyaya gelmeyi seçecek olursan, sadece
bizim dediğimiz gibi zaman olgunlaşınca veya “ zaman dürülünce”, onu ve
üzerindeki her şeyi tekrar terk etmek zorunda kalacağını bilecektin. Belki bu
sana büyük bir acı verecekti, çünkü birçok insan bu büyük masaldaki hayatı o
kadar harika bulur ki sadece herhangi bir zaman bunun son bulacağını
düşündüklerinde bile gözleri yaşarır. Burada her şey o kadar iyi olabilir ki
günün birinde artık başka günlerin gelmeyeceğini düşünmek korkunç acı verir.”
“...Yüz binler veya yüz
milyonlarca yıl sonra, kısa veya uzun, bu dünyadaki bir hayatı seçer miydin?”
“Ya da kuralları kabul edemeyeceğin için bu
oyuna katılmayı reddeder miydin?”
Page
124
“Bazen biz insanlar için
sevdiğimiz bir şeyi kaybetmek ona hiçbir zaman sahip olamamaktan daha kötüdür.” Page 125
HAYATI SEÇEN ÖLÜMÜDE SEÇER.
I am the passenger
Dolu dolu gunler yasadigimdan belki de dolu dolu yazasim var anilarim burada da sursun diye...Cunku gezdim,gordum,yedim ictim ve bati yakasini sevdim sonunda..Gunluk takip ettigim moda bloglari gibi (evet burada sesli gulebilirsiniz) bir fikir bir yazi kuralina uyamayacagim.sanirim..Zira yaraticiligimin doruga ciktigi sabah ki araba yolculugumda tilkiler beni rahat birakmiyor. Mesela bu sabah bombos gorunen İstanbul Yolu'ndan tekrar Konya Yolu'na cikmak icin kullandigim İvedik Kopru'sune donerken okuluma gitmeyi, sabahlari kullandigim o guzergahi bile ozledigimi fark ettim. Sonbaharin butun renkleriyle yasanmadigi bir sehirde yasamak istemedigime bir kez daha karar verdim. Okulumu ozlemisim. Bugun gidip bir bakayim bakalim orada hayat nasil?
Bu arada bir insan sirf kurufasulye yiyerek ne kadar kilo alabilir ki?
Not: Bu yazı 06.11.2012 de yazılmış ancak Android ve Blogger sıkıntısı yüzünden anca hayata geçirilebilmiştir.
Saturday, September 8, 2012
New York City - Yukarı Manhattangiller
Gezimin üstünden 3 sene geçmesinden dolayı bazı ufak detayları hatırlayamasam da ( mesela haftalık metro kartının fiyatı gibi) bir çok gezimde yaptığım gibi yediğim herşeyin fişini sakladığımdan; en ince ayrıntısına kadar anlatmaya çalışacağım size benim gözümden New York'u.
Öncelikle gitmeden önce herkesin bana söylediği, turist gibi gözükme, yanında çok para taşıma gibi ufak tefek öğütlere rağmen kendimi JFK havaalanında saat gece 11 de, elimde iki valiz ve bir haritayla bulmam sanırım Murphy'nin yasalarıyla yakından alakalıydı. Öncelikle havaalanından çıkıp metroya binmeliydim ama nasıl? Yanına gideceğim arkadaşım Bahar gayet ayrıntılı bir yol haritası çizdiğinden ilk hedefimin Jamaica istasyonundan 1 nolu yani haritada kırmızı ile gösterilen metro hattını kullanacaktım. Bunun için benim gibi sudan çıkmış balık misali napalım diye duran bütün turistlere yardımcı olan görevliler sayesinde ilk metro biniş kartımı aldım. Uptown'a gideceğimi söyledikten sonra nereden binmem gerektiğini ve nerede inmem gerektiğini söylediler. Allahtan Jamaica istasyonundaki tren ring servisi gibi. Yani bir durağı kaçırırsanız yine dönüp aynı yere gelebilirsiniz. New York'ta bir hafta geçirdikten sonra çok rahat alışabileceğiniz bu sistem ilk zaman gözümü çok korkutmuştu gerçekten. Burada konusu açılmışken değinmem gereken hedefiniz önce doğru istasyonu daha sonra da doğru tarafı bulmak! Benim gittiğim dönemdeki bir çok yenileme çalışması sebebiyle istasyonlarda hat değiştirmek zorunda kalırsanız ise sisteme iyice alışıyorsanız - zor da olsa:) !
O metronun merdivenlerinden 2 valizi çıkarmak cidden ölüm gibiydi ve ilk gecem yattığım yerin bile farkına varmadan derin bir uyku çekmekle geçti.
New York'taki ilk günümde Bahar'ın tavsiyesiyle 1 hafta boyunca sınırsızca kullanacağım MetroCard 'ını aldıktan sonra başladım Manhattan'ın tadını çıkarmaya. Ben çok şanslıydım çünkü Columbia Universitesi'nin öğrencisi olarak özel yurt dairelerinden birinde kalan Bahar'ın oturduğu yer (112th Street) başlangıç için en güzel yerdi. Sokağın başına çıktığımda ilk olarak Saint John Catedral'ini gördüm ve kendi kendime hadi başlıyoruz dedim. Bahçesinde biraz oturup orada olmanın tadını çıkardım. Özellikle Central Park'ın sakinlerinden olan meşhur sincaplarla ilk burada tanıştım.
İlk hedefim Central Park'ta ufak bir turun ardından Metropolitan Museum of Art (MET) ve Guggenheim Museum'du. Akşam dönüşte de meşhur 5th Avenue ile oradaki alışveriş merkezlerine uğrayarak ilk günü elimde torbalarla bitirdim. Bu arada Metropolitan müzesinin girişi ücretsiz. İsterseniz bağışta bulunabiliyorsunuz ama elinizi kolunuzu sallayarak da girmeniz mümkün. Guggenheim ise paralıydı. Ama müzenin içindekiler kadar dış tasarımı da bir sanat harikası. (Fotoğraf sonraki günlerden gelecek)
Metropolitan Müzesinde sergilenen resimlerin bir kısmını satış dükkanından alıp evinize götürmeniz mümkün. Amerika'daki müzelerin satış dükkanları nasıl kazanacaklarını gayet iyi biliyorlar. Gitmeden bile sitelerine girip neler alabileceğinize bakabilirsiniz. Gittiğim mevsim itibariyle Central Park tam yayılıp, güzel havanın tadını çıkartmalıktı.
Central Park'ta dolaşırken karşıma çıkan Alice Harikalar Diyarı'ında heykeli ise beni çok mutlu etti ve hemen onlara katıldım!
Metropolitan ve Central Park ; bir de sabah gezmeye başlamadan önce uğradığım marketle geçen günüm 4.30 gibi kararan havanın azizliğiyle akşam saatlerinde yerini alışverişe bıraktı. Eeee ne de olsa Manhattan ünlü Sex and the City kızlarının şehriydi..
Öncelikle gitmeden önce herkesin bana söylediği, turist gibi gözükme, yanında çok para taşıma gibi ufak tefek öğütlere rağmen kendimi JFK havaalanında saat gece 11 de, elimde iki valiz ve bir haritayla bulmam sanırım Murphy'nin yasalarıyla yakından alakalıydı. Öncelikle havaalanından çıkıp metroya binmeliydim ama nasıl? Yanına gideceğim arkadaşım Bahar gayet ayrıntılı bir yol haritası çizdiğinden ilk hedefimin Jamaica istasyonundan 1 nolu yani haritada kırmızı ile gösterilen metro hattını kullanacaktım. Bunun için benim gibi sudan çıkmış balık misali napalım diye duran bütün turistlere yardımcı olan görevliler sayesinde ilk metro biniş kartımı aldım. Uptown'a gideceğimi söyledikten sonra nereden binmem gerektiğini ve nerede inmem gerektiğini söylediler. Allahtan Jamaica istasyonundaki tren ring servisi gibi. Yani bir durağı kaçırırsanız yine dönüp aynı yere gelebilirsiniz. New York'ta bir hafta geçirdikten sonra çok rahat alışabileceğiniz bu sistem ilk zaman gözümü çok korkutmuştu gerçekten. Burada konusu açılmışken değinmem gereken hedefiniz önce doğru istasyonu daha sonra da doğru tarafı bulmak! Benim gittiğim dönemdeki bir çok yenileme çalışması sebebiyle istasyonlarda hat değiştirmek zorunda kalırsanız ise sisteme iyice alışıyorsanız - zor da olsa:) !
O metronun merdivenlerinden 2 valizi çıkarmak cidden ölüm gibiydi ve ilk gecem yattığım yerin bile farkına varmadan derin bir uyku çekmekle geçti.
New York'taki ilk günümde Bahar'ın tavsiyesiyle 1 hafta boyunca sınırsızca kullanacağım MetroCard 'ını aldıktan sonra başladım Manhattan'ın tadını çıkarmaya. Ben çok şanslıydım çünkü Columbia Universitesi'nin öğrencisi olarak özel yurt dairelerinden birinde kalan Bahar'ın oturduğu yer (112th Street) başlangıç için en güzel yerdi. Sokağın başına çıktığımda ilk olarak Saint John Catedral'ini gördüm ve kendi kendime hadi başlıyoruz dedim. Bahçesinde biraz oturup orada olmanın tadını çıkardım. Özellikle Central Park'ın sakinlerinden olan meşhur sincaplarla ilk burada tanıştım.
Metropolitan Müzesinde sergilenen resimlerin bir kısmını satış dükkanından alıp evinize götürmeniz mümkün. Amerika'daki müzelerin satış dükkanları nasıl kazanacaklarını gayet iyi biliyorlar. Gitmeden bile sitelerine girip neler alabileceğinize bakabilirsiniz. Gittiğim mevsim itibariyle Central Park tam yayılıp, güzel havanın tadını çıkartmalıktı.
Central Park'ta dolaşırken karşıma çıkan Alice Harikalar Diyarı'ında heykeli ise beni çok mutlu etti ve hemen onlara katıldım!
Labels:
Central Park,
Gezi,
Metropolitan Museum of Art,
New York
Monday, September 3, 2012
New York Chapter 1
Öncelikle siz de benim gibi ezelden beri bu şehrin aşıklarındansanız gitmeden önce Patti ve Robert'in hikayesini okumanızı öneririm. Zira içinizdeki New York özleminin üstüne bir de bu romantik ve sıcak dostluğu ekleyip, onların gezdiği ve gittiği her yeri görmek isteyeceksiniz. Ben eğer bir kere daha fırsat bulup gidebilirsem kesinlikle rehberim olacak Çoluk Çocuk.
New York aslında içerisinde New York City, Buffalo ve Rochester gibi bir çok büyük şehirin bulunduğu bir eyalet. Ama New York City o kadar ünlü olmuş ki bütün eyaletin isimini kendi üstüne almış, hala bir çok insanın aklına New York diyince şehir geliyor. Aslında akla gelen görüntülerde Manhattan'a ait. Yani New York City'nin içerisinde bulunan 5 ilçeden -The Bronx, Brooklyn, Manhattan, Queens, ve Staten Island dan sadece birinde o meşhur caddeler yer alıyor. Gerçi Brooklyn ve Staten Island da turistlerin uğrak yerlerinden. Birinden (Brooklyn) bütün ünlü sanatçılar geçmiş ( Robertla Patti de bir ara buralarda yaşıyor), diğerindeyse dünyaca ünlü özgürlü anıtı var.
New York öyle bir yazıyla bitecek bir şehir değil. O yüzden gezdiğim gördüğüm, yediğim içtiğim ve hatta alışveriş yaptığım yerleri tıpkı bir New Yorker gibi bölgelere ayıracağım. Sanatın ve Central Park'ın içinden Uptowndan başlayıp, bir turistin uğramazsa şehre gelmiş sayılmayacağı Times Square 'e inip, eğlencenin ve şehrin elitlerinin yer aldığı Greenwich Village uğrayıp, Soho ve Tribeca'dan doğruca Downtown'a inip, Staten Island ve Brooklyn'le gezimizi sonlandıracağım.
Hazırsanız kemerleri bağlayın:) Gezimiz başlıyor!
Friday, August 24, 2012
Magnolia Bakery - Cupcake Aşkına!
New York'tan sonra Los Angeles'tan da Cup Cake haberleri geldi. Benimde kıyıda köşede bekleyen yazım artık hayat bulsun dedim. Greenwich bölgesinde bulunan bu minik fırında yapılan herşeyi yemek isteyen bünyem iki tanesini zor yedikten sonra aç gözlülüğün lüzumu yok diyerek arkasında gözü kalmış olarak terk etmişti. Ama o zamandan beri de kalbimin bir köşesinde mutlu mesut beklemedeydi Magnolia Bakery. Geçen pazar Aykut kahvaltıya gittiği yeri söylediğinde civarda ne var ne yok diye bakarken gördüm yeniden ve hemen mutlaka git pişman olmayacaksın diye kafasının etini yedim. Sonuç, cup cake aşkı!
New York'a yolunuz düşerse uğramadan görmemeniz gereken bir bölgeye olan Greenwich'teki şubesine uğramanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Özellikle Friends ya da How I Met Your Mother izlemiş biriyseniz, Sıcak sıcak fırından yeni çıkmış cupcakelerinizi yerken bir yandan da bir yerlerden Ross ya da Ted çıkacak diye bekleyebilirsiniz.
Buyrun bu web sitesi:
Bunlar adresleri:
401 Bleecker Street
New York, NY 10014
8389 West 3 rd Street
Los Angeles, CA 90048
Aşağıdakiler de bizim naçizane anılarımız..
Bunlar da Los Angeles'tan taze gelenler.
Friday, August 3, 2012
30!
Ben bu pastayı çok önceden Kendin Yap adlı Facebook grubunda görmüştüm ama dün Ayşegül'ün doğum günü olunca onunla da paylaşmadan geçemedim. Kendisi renk renk pasta hamurlarının kadınıdır zira, bunu da görünce bir MACsever olarak kendinden geçmiştir eminim. Hem madem artık görücüye bir kez daha çıktı bu fotoğraf, o zaman yazımı da yazayım da tam olsun. Zaten pazar günü bu yazıyı yazmaya havam el vermeyebilir.
Şimdi fotoğraftaki bir diğer ve benim asıl nazarımı çekipte aylar öncesinde bu kayıtı oluşturmamı sağlayan ayrıntı ise "Happy 30th Mika!" notu.
Bu sene doğum günümü Friends dizisindeki Rachel'ın 30. yaşının kutlandığı doğum günü bölümüyle düşünüyorum hep elimde olmadan. O bölümü izlerken bu rakam oldukça uzaktı ama şimdi onun neler hissettiğini gayet iyi anlıyorum. Sizde hala o bölümü izlemediyseniz doğum gününüz için kendinize bu bölümü saklayabilirsiniz.
30 tuhaf bir rakam. Yaklaşmadan inanılmaz uzak gözüken, yanından geçerken korkudan öldüren ama kaçınılmaz sonun geldiği anda ise tuhaf bir dingilik veren bir sayı. Bunca sene yaşamış olma fikrini bir türlü tahayyül edemiyorum esasen. Ne zaman geçti bunca sene hiçbir fikrim yok! Ama zaman nasıl geçerse geçsin getirdikleri ve götürdükleriyle unutulmayacak öneme sahip.
Sevdiklerim ve kendim için mutlu ve sağlıklı bir sene daha diliyorum. Mümkün olduğunca daha da güzel anılar katalım birikimlerimize, fotoğraf albümlerimize gitmediğimiz yerlerin resimlerini ekleyelim, oralarda bu güne kadar yemediğimiz lezzetteki yemekleri deneyelim, insanların kalbini kırmadan huzurla geçsin günlerimiz.
Bekar arkadaşlarım hayırlısıyla evlensin, evlilerin yuvası huzurlu olsun, işsiz arkadaşlarım iş bulsun, işinden memnun olmayanlarda daha iyilerini bulsun inşallah. Ben de artık hayırlısıyla şu doktoraya devam edeyim.
Artık hayat karmamızın bizi güldürdüğü ve eğlendirdiği, olgunluklarımızın ve tecrübelerimizin hasadını toplayacağımız zamanlar başlasın o zaman.
Amin.
Tuesday, July 17, 2012
Ben Uyurken..
Ben Cuma akşamı başlayıp, Pazartesi akşamı sonlanan uzun ama bir o kadar da güzel bir uykudaydım. Buna kısaca - ama en kısasından- tatil demekte mümkün. Bu tatlı uykudan da ne yazık ki bu sabah uyanmak zorunda kaldım.
Türkiye'de ömrünü geçirmiş bir insan olarak Ege ve Akdeniz kıyılarından nasibi alamamış bendeniz Çeşme ve Alaçatı gibi gördükten sonra niye daha önce görülmediğine pişmanlık hissi uyandıran güpgüzel iki İzmir ilçesinde bulunma şerefine nail oldum. Yetmedi Dalyan'da buz gibi mavi sulara atladım. Bunu da buradan yazdım ki bunalıma girdiğimde "Ne günlerdi heyt be!" diyebileyim. Alaçatı'nın pembe çiçeklerine aşık oldum, Çeşme' nin dinginliğine ve dar sokaklarına hayran kaldım, Tex Mex'te hatıra fotoğrafı çektirip,hayatımın en güzel browniesini yedim, geldim. Kalbim de egede kaldı desem yalan olmaz. ( burada da yazar ince bir gönderme yapmıştır- hala orada olup da dönemeyenlere)
Akçakoca'dan gelen defne yapraklarım ben cips yapamadan önce kurudular. Bunun hüznüyle kendimi ev yapımı kuşburnu marmelatına verdim. Bir haftayı evde tatil için hazırlanarak geçirdikten sonra şimdi sırada oradan buradan yazmaya geldi nihayet. Ama günlük konusundaki beceriksizliğim burada da kendini gösterdi.
Neyse efenim, o zaman neler olup bitmiş ona deyineyim.
Google'un kurulduğu tarihlerden beri orada var olan, Googirl diye bilinen ve bildiğimiz o meşhur sade Google arama sayfasının tasarımcısı Marissa Mayer artık Yahoo'nun CEO su olmuş, hayırlı olsun diyorum kendisine ( çokta umrunda olur mu bilmem ama). Henüz 37 yaşında olan bu hanım kızımız hem güzel hem zeki yazılımcılardan olduğu için beni daha bir etkiledi. Bir insan Google 'ı bırakıp neden gider diye de düşündüm haberi görünce. Sonra işimin başına döndüm. 37 yaşında Yahoo'nun CEO su olmak için daha çok çalışmam gerek çünkü.
Ben uyurken tatilim bitmiş, Mayer CEO olmuş... Vay be!
Sunday, June 24, 2012
Loop to Infinity!
Tuesday, June 12, 2012
The Espresso Book Machine
Hala elektronik kitaplara alışamamış ve kağıt-kalem bağımlısı biri olarak, kitaplarımı hep basılı halde okumayı tercih ederim. Sevdiğim cümlelerin altını çizmeyi, gittiğim her yere onları da götürmeyi,özledikçe beğendiğim kısımlara tekrar göz gezdirmeyi çok severim. Bu kadar kitap sevdalısı biri olarak bir kitap makinesi görünce önce şaşırdım, sonra da bunu dünya aleme duyurayım dedim.
The New York Times'te yayınlanan bir habere göre, oğlunda bipolar* rahatsızlığı olan bir annenin, oğlu gibi bu hastalığa yakalanmış insanlara ulaşmak adına yazdığı kitabının yerel kitapçılardan ötesine ulaşmasına sağlamış bu yöntem.
İlk olarak Dünya Bankası'ının kitapevine kurulan Espresso Book Machine, yazıcı ve tarayıcı üretimiyle tanınmış Xerox firmasınında ortaklığıyla içlerinde Londra, Tokyo,Amsterdam, Birleşik Arap Emirlikleri, Melborne, Mısır gibi yerlerin de bulunduğu 70'in üzerinde kitapevine ve kütüphaneye daha kurulmuş.
Avantajlarına gelince,
- Öncelikle, sadece kişilerin istediği kadar kitap basılıyor. Böylece kağıt masrafı azaldığı için hem fiyattan tasarruf ediliyor, hem de çevreye verilen zarar indirgenmiş oluyor.
- Kargo ve ulaşım ücretlerinden de kurtulmuş oluyoruz.
- Basımı artık yapılmayan kitaplara da ulaşmak bu sayede mümkün oluyor.
- Özellikle okul kitapları veya ders notları açısından bakıldığında öğrenciler için daha ekonomik olacağı da kesin.
- Tıpkı yukarıda sözü edilen İrlanda'lı anne gibi dünyanın birçok ülkesinden farklı yazarların kitaplarına da bu sistem sayesinde kolayca ulaşılabiliyor.
Basım evleri bu işe ne der bilmiyorum, cebine daha az gireceği için bu işe sıcak bakamayan insanlar olacaktır elbette ama yine de kullandığı yerlerden birinin de bizim ülkemiz olmasını diliyorum.
*Aynı insanda birbirine karşıt iki aşırı ruh halinin dönüşümlü olarak ortaya çıkmasıyla tanımlanan ağır bir duygusal rahatsızlık
Okumak istiyorum ben ya!!
Ya bu koltukta,
Ya da daha da güzeli bu güzel oda da;
Çok okuyasım var bu aralar. Evde oturup, ya da Elif'le hayalimiz olan Akçakoca'da balkonda ayaklarımızı manzaraya karşı uzatıp, düşünme pijalarımı giyinip bütün başucu kitaplarımı okumak istiyorum biranda. Yetişemeyecekmişim, hepsini bitiremeyecekmişim gibi geliyor çünkü. Bir de sıcaklar mahvedecek bu sene gibi hissediyorum. O yüzden iyisimi serin bir yer bulup, okumaya başlamak.
Alakasız oldu ama, İkea'ya yolum düşer düşmez de bu abajurdan yapma girişimlerime başlayacağım. Önce abajuru almak lazım malum. Renkli düğmelerden bir de çanta yapma planım vardı, belki onu da hayata geçiririm bu arada.
Thursday, May 31, 2012
Şimdiki Çocuklar Bir Harika(!)
Ben 8 yaşındayken, kendi halinde bir semt ilkokuluna yürüme mesafesinde gidip gelmiş bir öğrenci olarak, İngilizce bildiğim tek tük cümleler ile adımı söyleyebilir, evet ya da hayır diye cevap verebilirdim ancak.
Dün akşam dut ağacına tırmanmış yiğenim Arda'yı kandırıp eve çıkardıktan sonra ( ki bunu başarmak için onunla marketin meyve reyonuna uğramamız gerekmişti- ne de olsa manavın kasasından alacağınız meyveler ağaçtakilerden daha az tehlikeliydi, ya da biz öyle sanıyoruz) yemek yerken klasik günün nasıl geçti muhabbetine başladık. Birden Ayça (abimin kızı olur yaşı da henüz 3! ) "Hala şaşırsa!" dedi. Ben de şaşırma ifadesi yaptım, tabii bu şaklabanlıklarım başka sıfatlarla biribirini takip etti. Üzül, sevin, mutlu ol, kork. İnanın yazıldığı kadar kolay değil bunlar. Önce şaşırmak için nelere şaşırdığınızı düşünüyorsunuz, sonra da surata o ifadeyi yerleştirmeye uğraşıyorsunuz. Ayça bu ifadeleri Türkçe söylerken, Arda da, kolejde okumanın verdiği ve İngilizce'ye olan yoğun ilgisinden ötürü bored (sıkılmış), suprised (şaşırmış), afraid (korkmuş) demeye başlamıştı ki dizzy de ben koptum. Ve yazımın başındaki yıllara döndüm. İlkokuldayken lambadayı Komefeşura koinçura kame foşera diyerek anca söyleyebilen ben, dizzy kelimesinin baş dönmesi demek olduğunu ise ancak üniversiteden sonra öğrenmiştim. Bu şokla birlikte başı dönen insanı nasıl taklit edebileceğimi bulamadığımdan oyuna da hala otoritesini kullanarak son verdim.
http://blog.talkingphilosophy.com |
Aziz Nesin bu günleri görse kitabına Arda'yı da ekler miydi diye düşündüm sonra. Eve gidince yine eski kitabımı raftan alıp birkaç hikayeyi okumak lazım. Kitap demişken, ben ilkokulda tam bir Jules Verne fanatiğiydim. Şimdiki çocukların elinde ise nedense hiç görmüyorum. Artık fantastik mi kalmıyor o öyküler, yoksa Saftirik'in Günlük'leri daha mı albenili bilmiyorum ama Eren'e de (ablamın oğlu) Arda'ya da bu yaz bir Jules Verne serisi almak fena fikir değil sanırım.
Thursday, May 3, 2012
Somewhere between Rome and Napoli
Güzel bir 23 Nisan tatili, üstüne İstanbul'da geceli gündüzlü yoğunluğunla enerji bırakmayan bir fuar, ardından sevdiklerimle 2 günlükte olsa tarihi bir kaçamak ve 1 Mayıs.
Aklıma takılan sorular var elbet. Televizyonda durup garipsediğim. Bu süreçte öğrendiğim çok şey de oldu. Ama aklımda takılanlardan en güzeli belki de İstanbul'la ilgili bir İtalya'nla yaptığım ufacık sohbetteki İstanbul benzetmesiydi. "Somewhere between Rome and Napoli" dedi. Bu okuduğum bir kitapta karşıma çıksa altını çizmeden geçmeyeceğim benzetmeyi ben de bu yazımın başlığına yazayım dedim.
Roma'nın tarihi ve Napoli'nin keşkemeşliğini bir arada bulunduran İstanbul'da Van Gogh'u gördüm. Onun kadar yetenekli olmadığım için yine kıskandım. Aynı zamanda hem ekvatorda hem kutuplarda olamazdım ama. O yüzden Rembrandt arkamdan ağladı.
7. yüzyıldan kalma bir yüzük için Öykü "Bak bu da ilk tektaş" diyerek beni benden aldı. Bana da fotoğrafı paylaşmak farz oldu haliyle.
Aklıma takılan sorular var elbet. Televizyonda durup garipsediğim. Bu süreçte öğrendiğim çok şey de oldu. Ama aklımda takılanlardan en güzeli belki de İstanbul'la ilgili bir İtalya'nla yaptığım ufacık sohbetteki İstanbul benzetmesiydi. "Somewhere between Rome and Napoli" dedi. Bu okuduğum bir kitapta karşıma çıksa altını çizmeden geçmeyeceğim benzetmeyi ben de bu yazımın başlığına yazayım dedim.
Roma'nın tarihi ve Napoli'nin keşkemeşliğini bir arada bulunduran İstanbul'da Van Gogh'u gördüm. Onun kadar yetenekli olmadığım için yine kıskandım. Aynı zamanda hem ekvatorda hem kutuplarda olamazdım ama. O yüzden Rembrandt arkamdan ağladı.
Taksim'de olmaktan yine her zamanki gibi mutlu oldum.
Islak hamburgerimi yemeden yolculuğuma başlamadım.
Tomtom Kaptan'ı merak ettim. Hem sokağı hem de camisi vardı Galata'da.
Birgün evim olursa buralara uğramaya söz verdim kendime.
Nihayet Kabataş'a ulaştım.
Ve Van Gogh!
Haftasonu; Kapalı Çarşı, Beyazıt Camii, Ayasofya, Sultan Ahmet, Dikilitaş ve 2 saatte bile bitiremediğimiz İstanbul Arkeoloji Müze'sinin oldu.
Αγιά Σοφιά,her yerden bir başka güzel.
Subscribe to:
Posts (Atom)